Burası, İstanbul’un kültür, sanat ve eğlence merkezi... Burası Taksim, burası Beyoğlu... Bu iki isim hep beraber anılır; çünkü birisine gittiğinizde ötekini de görürsünüz...
İstanbul’da nereden ya da hangi taşıma aracına binerseniz binin, Taksim’e çok kolay ulaşırsınız. Eğer İstanbul bağımsız bir devlet olsaydı, muhtemelen başkenti de Taksim olurdu...
Taksim Meydanı’nda sizi Atatürk Anıtı, Atatürk Kültür Merkezi ve yoğun bir insan trafiği karşılar. Dolmabahçe’ye, Maçka’ya, Şişli’ye, Şişhane’ye, Tünel’e ve Cihangir’e akan yolların kesişim noktasıdır Taksim. Ya da başka bir deyişle Taksim, İstanbul yaşamını kent bütününe paylaştırır... (Osmanlı Türkçesi’nde taksim, dağıtmak, paylaştırmak anlamına gelir. Semte bu ismin verilmesinin sebebi ise, bir zamanlar tüm İstanbul’a suyun buradan dağıtılmasıymış...)
Semt olarak Beyoğlu, Tünel-Taksim arasında uzanan İstiklal Caddesi’ni, caddeye açılan sokakları, Taksim’den Tünel’e kadar olan bölgeyi kapsar. Semt tarihsel yerleşim olarak ve beledi idare açısından Galata-Şişhane aracılığıyla tarihi yarımadaya, Taksim aracılığıyla da Nişantaşı, Harbiye’ye kadar uzanan bir bölgeyi kapsar. Cihangir aracılığıyla Kabataş’a ve oradan da Boğaz’a ulaşır. Yine Taksim’den Ayaspaşa-Gümüşsuyu aracılığıyla Tophane’ye ve yine Tarihi Yarımada’ya ve Boğaz’a bağlanır. Beyoğlu tüm bu semtlerin ortasında ve merkezi bir konumda yer alır.
Beyoğlu ismi nereden geliyor?
Sarayburnu’nun karşısında gelişen Galata’nın bir uzantısı olan Beyoğlu Osmanlı’dan önce “Pera” adı ile bilinirdi. Beyoğlu ismi Osmanlı’nın İstanbul’u almasından sonra kullanılmıştır. Bu ad, bir beyin oğlunun bölgede önemli bir yapısının olduğunu ve semtin bu yapıdan dolayı böyle anıldığını düşündürür. Bu bey oğlunun kim olduğu konusunda ise iki varsayım mevcuttur. Bunlardan birisine göre Fatih döneminde Pontus Prensi Aleksios Komnenos’un yahut yeğeninin İslamiyet’i kabullenmesi ve daha sonra da burada oturmasından ve onun konağının burada olmasından kaynaklandığı yönündedir. Diğer varsayım ise sözü edilen bey oğlunun Kanuni Sultan Süleyman döneminde Venedik elçisi olan A.Giritti’nin oğlu Luigi Giritti olduğu ve onun semtte yer alan konağından dolayı bölgenin bu adla anıldığıdır.
Beyoğlu’nun tarihsel gelişimi, İstanbul’un tarihi semtleri göz önüne alındığında hayli yeni sayılabilir. Ama biz bu semtin tarihini komşusu Galata’dan soyutlayamayız. Dolayısıyla Bizansın ruhunu verdiği bu görkemli kent için makus talih anlamına gelen Latin-Haçlı işgali, Beyoğlu’nun da varoluşu için bir anlamda şafak vakti sayılabilir. Haçlıların işgali ile her yer yağmalanır, Moğol istilasının Anadolu’da yol açtıklarının bir benzeri Haçlılar eli ile Bizans İstanbul’unda yaşanırken, daha önce Bizansın egemenliği altında yaşayan İtalyan kolonileri, bu durumdan yararlanarak özerkliklerini kazanırlar. Latin işgaline karşı kentini yeniden ele geçiren Bizans, Ceneviz kolonisinin artık tarihi yarımada içinde yaşamasına izin vermez, böylece onları Haliç’in karşı kıyısına henüz tam anlamı ile yerleşime açılmamış olan Galata’ya doğru sürer.
Cenevizliler de bu bölgede özerk bir kent yaratıp, adeta devlet içinde devlet olurlar. Üstelik gettolaşmayı da gönüllü olarak tercih ederler. Önce bir askeri gözetleme kulesi, ardından da surlar inşa ederek burayı kentten yalıtırlar. Ancak deniz ticareti konusunda hayli maharetli olan İtalyan denizciler Haliç limanlarında yürüttükleri ticaret ile zenginleşerek, Bizans’tan daha zengin bir yerleşim olurlar.
Eski adı ile “Pera” olan yerleşme ise sur dışında kurulmuştur. Burası 16. yüzyılda Osmanlı ile birlikte varolmaya başlayan yabancı elçilikler, misyonlar varoluncaya dek, kalabalık bir Latin yerleşmesi olan Galata’nın sayfiyesi olan, bağların bahçelerin ve tek tük sıcak İstanbul yazlarında kaçılan köşklerin, iç piyasanın şarap üretimini karşılayacak ölçekte bağlar ve bahçelerin bulunduğu bir köy yerleşmesiydi.
Bu tarihlerde bölgede varolan tek tük yapılar içinde en önemlileri: Galatasarayı Ocağı ya da bir başka deyimle Acemi Oğlanlar Kışlası, Galata Mevlevihanesi, Şahkulu Mescidi, Asmalımescit Mahallesi ve Ağa Cami çevresinde öbeklenmiş tek tük Türk yerleşmeleri idi.
Bölgenin deyim yerinde ise talihini döndüren etken Kanuni’nin Fransa kralına olan desteği sonucu gelişen sıcak ilişkiler ve kapitülasyonlar ile avantaja dönüşen dostluk ilişkisinin bir sonucu olarak burada açılan Fransız Büyükelçiliği ile bölgenin bir elçilikler bölgesine dönüşmesi sürecidir.
Fransız Büyükelçiliği’ni (Fransız Sarayı), Venedik Elçiliği (Venedik Sarayı) izler, onların arkasından ise İngiliz Elçiliği, Polonya Elçiliği ve Hollanda Elçiliği açılarak ilk elçilik yerleşmesi başlar. Onları 17 ve 18.yy’da başka elçilik yerleşmeleri, onlarla birlikte yabancı misyonlarının görevlilerinin bölgeye yerleşmesi taip eder.
Ancak semtin asıl kimliği yani efsanevi Pera’nın oluşması 19.yy’dır. Çelik Gülersoy 19.yy’a kadar buradaki yabancıların bile Türkler gibi yaşadıklarını; evlerinde sedir, möble kullanmadıklarını, ihtişamlı porselenler bir yana sinide yemek yiyip, tandır aracılığı ile ısındıklarını belirtiyor.
1831’deki yangınla birlikte köy şehre dönüşmeye başlar. Kapitülasyonlar ile başlayan imtiyazlar, Tanzimat’la birlikte Osmanlı’nın sağladığı, mülkiyet ve hukuki güvence, ticari bakımdan her türlü avantaja sahip olan Avrupalı nüfusun burada 19. yüzyıl Avrupası’nın küçük bir kopyasını (özellikle de Paris ve Londra’nın) kurmasına olanak sağlayacak yasal çerçeveyi de sağlamış olur. Yeniden ve düzenli olarak yapılmaya başlayan Pera bir lüks tüketim ve eğlence merkezine dönüşmeye başlar.
İtalyan ve Fransız kumpanyaları (tiyatroları), lüks konutlar (ilk apartmanlar), oteller, elçilik saraylarının yanında ihtişamlı pasajlar, barlar, eğlence yerleri, lüks mağazalar, yabancılar (İngiliz, Fransız, İtalyan ve daha az sayıda diğer ülkelerden gelen Levantenler) boylu boyunca İstiklal Caddesi’ni ve ona açılan sokakları kuşatırlar. Kısacası Pera’da Türk olan pek bir şey kalmaz. 1913’te elektrikli tramvayın Beyoğlu’nu Şişli’ye bağlaması ile semtin kozmopolit havasına Türkler de eklenmiş ve ünlü Beyoğlu alemleri, Beyoğlu gezileri, piyasa yapma dönemi başlamıştır.
Bölgede Müslüman nüfusun varlık göstermesi ile birlikte denge değişmeye başlar, I. Dünya Savaşı’nın da etkisi ile sosyal hayat önce biraz durulur, sonra Cumhuriyet’le birlikte de tamamı ile değişecek bir dönüşüm sürecine girer. 1914’ten sonra gayri Müslim azınlıkların çekilmesi ile bölgenin cazibesi biraz azalır. 1917 Rus devriminden kaçanlar ile bölgede bir dönem için yeniden farklı ama yine de renkli bir hava esmeye başlar ise de Elçiliklerin 1929 yılından itibaren Ankara’ya nakli, 1942’de yürürlüğe giren Varlık vergisi, II. Dünya Savaşı, İsrail’in kurulması ile Musevilerin göçü, 6-7 Eylül olayları ile bölgeyi, hatta İstanbul’u önemli ölçüde boşaltan Rumların göçü, bütün bu olaylar Beyoğlu’nun hayat kanallarını tek tek tıkamaya başlar.
1960’lara kadar kentin eğlence mekânı ve kibar beylerin, hanımların uğrak yeri olma özelliğini bölgeye uğrayan aydınların da etkisi ile korumaya çalışan Beyoğlu 60’lardan sonra İstanbul’u dönüştüren göçler ve imar hareketlerinden etkilenerek özelliğini kaybeder.
1980 sonrası ise Beyoğlu yeni bir canlanma yaşamaya başlar, ona yönelik geçmiş özlemi ile yüklü bir süreç konuşulur, dillendirilir. O döneme kadar girilmeye çekinilen ve daha çok pavyon, gece kulübü, randevuevi gibi erkek egemen bir eğlence kültürünün, buna bağlı olarak da mafyatik oluşumların yoğunluk kazandığı, arka sokaklarının tümüyle yasadışılaşarak adeta girilemez sayıldığı bir süreç yaşanıyordu.
1980’lerden sonra Beyoğlu yenilenmeye, entelektüellerin gelmeye başladığı ve onlarla birlikte de sosyal canlanmanın baş gösterdiği, tüm olgularla paralel olarak da küresel eğlence sermayesinin taleplerine uygun bir eğlence semti haline dönüşmeye başladı.
Beyoğlu kendini toparlayıp da yeniden sosyal hareketlilik kazanırken ve bunda da öncülüğü entelektüel camia çekerken, bununla ilintili olarak Beyoğlu’nda kitapevlerinin sayısı artmaya başlar ve Cağaloğlu’nda yoğunlaşmış olan yayıncılar Beyoğlu’na dönmeye başlar. İlerleyen yıllarda ise her tür eğlence ve müzik kendine Beyoğlu’nu üs olarak seçer. Buna bağlı olarak da semtte eğlence sermayesinin yoğunlaşması sürer. İlerleyen yıllarda onarılıp yeniden hayat bulan pasajlar, canlı bir alışveriş imkânı verir, Beyoğlu’nu yeni baştan geçmişteki parlak günlerine döndürme çabasının bir sonucu olarak Levanten Beyoğlu’nu simgeleyen eski mekanlara yeniden hayat bahşedilir. Bunlardan bir tanesi de “Markiz ve Le Bon Pastaneleri”. Bu pastanelerin de açılması ile Beyoğlu nostaljisinde büyük bir adım daha atılmış olur.
Fakat her nostalji gibi Beyoğlu nostaljisi de geçmişi yansıtmakta yetersiz kalıyor. Çünkü Pera’yı Pera yapan iki önemli unsur; Müslüman olmayan azınlıklar ile yine aynı kesim eliyle biriken sermaye, bu sermayenin ellerinde toplandığı azınlıkların oluşturduğu komprador burjuvazi idi. Bunlar Galata’da uluslararası ticaretten kazandıklarını Pera’da harcarlardı. Pera’ya o nezih, o seçkin, o kibar, düzenli ve lüks, ihtişam dolu havayı veren sosyal olgu buydu. Arz talep dengesi ile oluşan bu doğal durumun sonucu olarak Pera da gerçek bir burjuva semti olmuştu. Burjuvanın teşkil ettiği özgün kent kültürü de bu semtin ruhunu oluşturuyordu. Bu günse ne azınlıklar var ne de burjuvazi (bugünkü burjuva sınıfı için eğlence mekânı artık Etiler-Tarabya). Yakın dönemin Beyoğlusu ise, daha çok bir entelektüel semti havasındaydı, yani Batı toplumlarına özgü sosyolojik sınıf kavramsallaştırması ile bugünün “küçük burjuvazisi”.
Bugünlerde Beyoğlu’nun kültürel merkez olduğu günler geride kaldı. Değişen yapı ve süren inşaatlar sebebiyle Beyoğlu halkı uzaklaştı, nostaljik tramvayın kaldırılması ise Beyoğlu’na konulan üzücü bir nokta oldu.
Alıntı.